Haftanın Kitap Önerisi : “Fahrenheit 451” Ray Brandbury

1953 yılında kaleme alınmış distopya türünde bir romandır. Roman yazıldığı tarihten 500 yıl sonrasını anlatır. Geleceğin Amerika’sında, itfaiyecilerin görevinin söndürmek olmadığı, kitapları yakmak olduğu bir zaman dilimi. Gelecekte artık yanan şeyler evler, arabalar ya da maddi şeyler değildir. Daha manevi olan, ruhumuzu besleyen ve tam olarak bu nedenden dolayı da yakılan kitaplardır.

Guy Montag adındaki itfaiyeci işini seven biridir. Yanmayan evlerin icadından sonra itfaiyecilere yeni bir görev verilmiştir. Kitapları yakmak görevi.

Montag yirmi yaşından beri on yıldır kitap yakıyordur. Öyle eski ve işe yaramayan kitapları değil, tüm kitapları. Çünkü kitaplar insanların düşünmelerine, eleştirmelerine ve sorgulamalarına neden oluyordu.

Montag, yıllarca gecenin bir yarısında yola çıkışını, alevlerin kitapları tutuşturup yok etmesini hiç sorgulamadan işine devam eder. Çünkü kitapları yakmakla toplumun mutlu olmasını sağladığını düşünmektedir. Bundan da zevk almaktadır. Çünkü şiirler acıdır, romanlar insanı düşünmeye zorlar. Oysa düşünmeyen eğlenen insanlar mutludur.

17 yaşındaki Clarisse adlı genç kızla karşılaşana dek yaptığının aslında nasıl bir yanlış olduğunun farkında değildir. Bir gece yarısı itfaiye merkezinden çıkıp, evine giderken bu kızla karşılaşır. Kızın aslında kendilerinin komşusu olduğunu anlar. Yolda sohbet ederler. Kız, yavaş yavaş onu düşünmeye sevk eder. Yaktığın kitapları hiç okuduğun oldu mu? diye sorar. Montag, bunun yasaya aykırı olduğunu söyler.

Daha sonraki günlerde kız, Montag’ı iyice düşünmeye ve sorgulamaya alıştırmıştır. Bu aşamadan sonra Montag’ın hayatındaki bütün yanlışlar doğrularla yer değiştirir. İşini, eşini, yaşayışını yeniden değerlendirir. Sorguladıkça hatasını anlar, anladıkça ise değiştirmek için çaba sarf eder.

Artık kitapları yakmak istememektedir. En son yakmak için gittiği evden kurtardığı kitapları gizlice evine getirir. Karısı kitabı bulur. Montag, karısı Mildred ile kitaplar arasında bağ kurmak ister. Montag bu yolda yalnız olduğunu, eşinin tek mutluluğunun televizyon olduğunu fark eder.

Sadece eşi değil, herkesin evinde duvarların tamamını kaplayan televizyonlar yer alır. Bu televizyonlar aracılığıyla, insanları aptallaştırıp uyuşturmak için tek kanallı ve sürekli bir takım öğütler veren yayınlar yapılmaktadır. Televizyon yayını başladığı anda hipnotize olmuş gibi herkes yayında yer alan bilgileri tekrarlamaya başlar. Bu şekilde son derece itaatkar bir toplum modeli ortaya çıkar.

Montag, karısının kitaplara zarar vermemesi ve kendisine yardımcı olması için adeta yalvarır.

Monatg, aynı şeyi evinde toplanan komşu kadınları için de yapar. Onlara kitabın zararlı olmadığını göstermek için, bir şiir okur. Karısı ve diğer kadınlar bu şiirden çok rahatsız olup ve Montag’ı itfaiye şefine şikayet ederler. Şef gelir ve Montag’ın evini yakar. Bu yakma esnasında Montag, bir fırsatını bulup, ateş püskürten hortumu itfaiye şefine tutar ve onu öldürür. Böylece kendisini ve kitaplarını kurtarıp oradan kaçmayı başarır.

Bundan sonra Montag’ı uzun ve sıkıntılı bir yolculuk bekler. İlk önce, eskiden tanıştığı Profesör Faber’in yanına gider. Ona çaldığı bir İncili verir ve kendisine anlamını öğretmesini söyler. “Beni eğitmen için sana ihtiyacım var” der. Faber, onu kitaplar konusunda, toplumun geldiği nokta konusunda aydınlatır.

Daha sonra tekrar yola koyulur. Zor şartlarda kaçmaya çalışır, çünkü onu takip edip öldürmek için tüm şehir ayaktadır. Kendisi gibi kaçıp saklanan bir gruba rast gelir. Bu grup, kitapların kaybolmasının önüne geçmek için, önemli kitapları tek tek ezberlemişlerdir. İçlerinden birisi şöyle der: “Biz de kitap yaktık. Kitapları okuruz, sonra bulunmalarından korkarak yakarız. Mikrofilme çekme işe yaramıyor. En iyisi onları, kimsenin şüphelenip bulamayacağı yaşlı kafalara saklamak. Hepimiz tarih, edebiyat, uluslararası hukuk, Byron, Tom Paine, Machiavelli veya İsa’nın bölümleri ve parçalarıyız.”

Amaçları, ihtiyaç duyulan bilgiyi, dokunulmamış ve temiz olarak saklamaktır. Bunun için saklanmaktadırlar. Eski yollardan giderek, geceleri tepelerde yatmaktadırlar. Çünkü eğer onlar yok olurlarsa bilgi de yok olacaktır.

Bunlar kendilerini örgüt olarak adlandırmaktadırlar. Örgütün esnek bir yapısı olduğunu söylerler. Yakalanmamak için yüzlerine ve parmaklarına plastik ameliyat yaptırırlar.

Bu arada polis onun izini kaybetmiş ve hiç alakası olmayan birini oymuş gibi televizyonda göstermek için öldürürler ve yayınlarlar. Artık Montag ölü biridir.

Bu sırada şehirde savaş çıkar. Bilgilerini birbirine anlatan ve bu şekilde bilgilenen grup savaştan geriye kalanlara yardım etmek için şehre doğru yola çıkar.

TANJU HAN

Lütfen BENİ takip etmeye devam edin…

Haftanın Kitap Önerisi: “Görünmeyeni Satmak” Harry Beckwith


Onları göremezsiniz – peki onları nasıl satarsınız?

Hizmet satışı ile ilgili sorun da budur.

Bu zorluğu, bundan ondört yıl önce, bir hizmetle ilgili ilk reklamımı yazmaya çalışırken fark ettim. Bir ürün değildi. O nedenle hizmeti, virajlı yollarda ilerlerken çizemezdim. Ya da Cindy Crawford’un üstünde veya pahalı porselenlerle sunulurken… Hizmeti, hiç bir şey yaparken çizemezdim, çünkü hizmetler görünmezdir; hizmetler, birilerinin bir şey yapacakları ile ilgili verilen sözlerdir. Bunu nasıl satarsınız?

Çoğu insan, “pazarlama” sözcüğünü, satış ve reklamcılıkla bir tutacaktır. Bu yaklaşıma göre pazarlama, elinizdeki şeyi alıp, müşterinin boğazından aşağıya dökmektir. “Daha iyi pazarlama yapmalıyız” ifadesi, reklamlar, halkla ilişkiler ve e-posta kampanyalarıyla “Sesimizi dışarıya duyurmalıyız” demektir.

Ne yazık ki, “dışarı” ifadesi, şirketlerin dikkatini “içeriden” dağıtır ve hizmet pazarlamasının ilk kuralı, dikkatlerden kaçar: Hizmet pazarlamasının esası, hizmetin kendisidir.

Size daha iyi bir hizmet sunarsanız, bütün dünya kapınızda birikecektir demiyorum. Bir çok iyi hizmet, kötü pazarlama yüzünden başarılı olamamıştır. Ama, dışarıda duyulmanın da tek başına yeterli olduğunu söylemiyorum. Bir hizmet şirketini yok etmenin en etkili yolu, dışarıda sesini duyurarak, insanları sorunlu bir hizmete çekmektir.

Hizmet kalitesi gittikçe kötüleşmektedir. Telefonda dakikalarca beklemeye alınmanız, banka işlemlerindeki yavaşlık, söz verip de gelmeyen tamirciler, hep bu kötü hizmetin sık karşılaştığımız örnekleridir. Hizmet kalitesi o kadar düşmüştür ki, kimse hizmetinizle ilgili şikayette bulunmuyorsa, kendinizi iyi hissetmeyin. Çoğu kimse, şikayet etmekten, epey zaman önce vazgeçmiş bulunuyor.

Peki hizmet sektörü neden bu kadar kötüleşti?

Bunun ana nedeni, şirketlerin çalışan sayısı, verilen eğitimler ve ücretler gibi konularda maliyet tasarrufuna gitmeleridir. Karlılıklarını arttırmak amacıyla şirketler – ta ki bir müşterin olay çıkarana kadar – tüm maliyetlerini kısmaktadırlar. Oysa şirketlerin anlaması gereken şey, memnun müşterinin daha fazla para harcayacağıdır.

O nedenle, reklam kampanyanızı başlatmadan önce, hizmet kalitenizi düzeltin.

Lake Wobegon Etkisi: Kendinizi Kendi Gözünüzde Büyütmek

Bizler, olduğumuzdan daha iyi olduğumuzu düşünürüz.

Araştırmacılar, öğrencilere sorduklarında, yüzde altmışından aldıkları cevap, diğerleriyle iyi geçinme konusunda, kendilerini en üst yüzde onluk dilim içinde gördükleri şeklindeydi.

Üniversite profesörlerinin yüzde doksan dördü, ortalama bir meslektaşından daha iyi iş çıkardığını söylemektedir. Çoğu erkek, yakışıklı olduğunu düşünür.

Üstünlük illüzyonumuz o kadar yaygındır ki, psikologlar bu duruma bir isim bile vermişlerdir. Garrison Kellor’un ünlü radyo programında yer alan hayali kasabanın adından esinlenerek, bu duruma, Lake Wobegon Sendromu diyorlar. Lake Wobegon kasabasında, bütün kadınlar güçlüdür, bütün erkekler yakışıklıdır ve bütün çocuklar ortalamanın üstündedir.

Bir insan olarak, şirketinizdeki herkes, Lake Wobegon etkisi altındadır. Unutmayın ki, siz de olduğunuzdan daha iyi olduğunuzu düşünmektesiniz ve verdiğiniz hizmetin de olduğundan daha iyi olduğuna inanıyorsunuz…

Üstelik, hizmet sektörünün genel performansı o kadar düşük ki, siz ortalamanın üstünde olsanız dahi, kötü bir hizmet veriyor olabilirsiniz.

Hizmetinizin kötü olduğunu varsayın. Bunun bir zararı olmaz, sadece sizi onu sürekli geliştirmeye teşvik eder.

Standartlarınızı Müşterileriniz Belirlesin

Bir çok hizmet işinde, kaliteyi müşteriler değil de, sektör tanımlar. Örnek olarak, reklamcılık ve mimarlığı düşünebilirsiniz.

Reklamcılıkta, çoğu yaratıcı kişi “Bu cidden de iyi bir reklam” dediğinde, söyledikleri şey o reklamın, müşterinin işini geliştirmesine destek olacağı değildir. İfade etmek istedikleri, reklamın görselinin ve başlığının havalı olduğudur.

Bir çok mimar, içinde yaşayan ya da çalışan insanlar için, inanılmaz kullanışsız olan binalar tasarlarlar. Yine de mimarlar bu binalara, muhteşem eserler diyebilirler. Bunun nedeni, standartları kendilerinin belirlemesidir.

Sizin standartlarınızı kim belirliyor? Sektörünüz mü, egonuz mu yoksa müşterileriniz mi?

Reklam Yazımında Asid Testi

Bir reklamcı olarak rahatlıkla şunu ifade edebilirim: Reklamı hazırlamakta gerçekten zorlanıyorsanız, büyük ihtimalle o ürün kusurludur. Siz de hizmetiniz için müşterilerinize vaat edeceğiniz şeyi bulmakta zorlanıyorsanız, hizmetinizin düzeltilmeye gereksinimi var demektir.

Hizmetinizle ilgili bir reklam yazın. Ama yayınlamayın. Bir hafta sonra, bu reklamın yeterince güçlü olmadığını düşünüyorsanız, reklam üzerinde çalışmayı bırakıp, hizmetiniz üzerinde çalışmaya başlayın.

Pazarlama Planının İlk Kuralı

Farklı bir uyarı almadıkları takdirde, bir hizmetin pazarlamasından sorumlu kişiler, işe pazarlamayla ilgili son bıraktıkları yerden başlayacaklardır.

Herkes, şirketinin doğru işte olduğunu düşünür. Doğru şekilde organize olduğunu ve gerektiği gibi kadrolaştığına inanır. Ufak tefek geliştirmeler haricinde, her şey olması gerektiği gibidir.

Ve herkesin pazarlama ile ilgili o yılki odağı, “Bunu nasıl satarız?” şeklindedir.

Bunun yerine, herkes sıfır noktasından başlamalıdır. Sormaları gereken sorular : “Bu hala geçerli midir?” ve “Sunduğumuz şey, dünyanın istediği şey midir?” olmalıdır.

Yeni pazarlara hizmet vermemize olanak tanıyacak şekilde, yetkinlik ve becerilerimizi geliştirdik mi? Yeni yetkinlik ve beceriler edinmeli miyiz? Ya da, faaliyet alanımızı daraltıp uzmanlık gerektiren hizmetlere mi odaklanmalıyız?

Hangi soruyu sorarsanız sorun, pazarlama planlamasının ilk kuralını izlemeniz gerekir:

Her zaman sıfır noktasından başlayın.

En İyi Arkadaşlarınız dahi Size Söylemeyecektir

Dün, değerli bir hizmet sunan bir kişi beni telefonla aradı ve bana pazarlama dersi vermeye kalktı. Planındaki her öğenin, pazarlama karışımının bir parçası olduğunu tam üç kez tekrar etti. Duyduğum en kötü satış konuşmalarından birini yaptı.

Ben kolay alınan bir kişi olabilirim ama, müşterilerimin hiç bir zaman onun hizmetine gereksinim duymayacaklarını ümit ettim. Üstelik, gerçekten de değerli bir hizmet sunuyordu.

O satışçı bana satış yapamamaktan daha fazlasını gerçekleştirdi. Bana satış yapmakla ilgili gelecekteki tüm şansını da yitirdi.

Satış konuşmasının, ne kadar kötü olduğunu ona söyledim mi? Hayır, söylemedim. Hem konuşmayı uzatmaya değmezdi, hem de onu kırmak istemedim.

Peki, bir sonraki müşteri adayına ne anlatacak? Aynı şeyleri…

İnsanlar size neyi yanlış yaptığınızı söylemezler.

Müşteri adaylarınız da söylemeyecek.

Müşterileriniz de söylemeyecek.

Bazen, eşiniz dahi söylemeyecek.

O zaman hizmetinizi geliştirmek için ne yapmanız gerekiyor?

Sorun…

Ama Arkanızdan Konuşurlar

Geçenlerde bir müşterimle yaptığım konuşma, beni çok şaşırttı. Ona, “Bir hizmeti pazarlamaya başlamanın ilk adımı, hizmeti düzgün biçimde verebilmektir. O nedenle, bunu yapıp yapmadığınızı öğrenin. Müşterilerinize sorun.” dedim.

Verdiği cevaba hazırlık değildim:

“Bunu yapmak istemiyorum. Ne düşündüklerini öğrenmekten korkuyorum” dedi.

Aslında müşterilerinin ne düşündüklerini duymak istememesi, iyi bir şeydi çünkü anketleri onun göndermesini istemiyordum. Anketleri, bağımsız bir kuruluşun göndermesini tercih ediyordum.

Yaşamla ilgili basit bir prensip, müşteri araştırmaları için de geçerlidir:

En iyi arkadaşlarınız dahi yüzünüze söylemezler ama, arkanızdan konuşurlar.

Müşterilerinizin, arkanızdan konuşmasını sağlayın ve ne dediklerini öğrenin. Doldurdukları anketleri, üçüncü bir tarafa göndermelerini isteyin. İsterlerse isimlerini boş bırakabilirler ya da isimlerinin açıklanmayacağı garantisi verilebilir. Bu durumda, müşterileriniz çok daha samimi yanıtlar vereceklerdir.

Neden Araştırma?

Müşterileriniz bunu takdir edeceklerdir. Sizin hizmetinizi geliştirmeye çalıştığınızı göreceklerdir. Son zamanlarda yapılan araştırmalardan birinde, bir müşteri şöyle demişti: “Bu araştırma, bu şirketi neden kullanıyor olduğumun iyi bir örneğidir. Her zaman bana daha iyi hizmet verecek yolları araştırıyorlar.”

Müşterilerinizin sizi farklı açılardan değerlendirmelerini isteyebilir, daha sonra ise yüksek puanlarınızı, pazarlama malzemenizde yayınlayabilirsiniz. Bu, hizmet kalitenizle ilgili söylemlerinize saygınlık kazandırır.

Araştırmalar, müşteri ile temasta kalmanıza yardımcı olur.

Hatalarınızdan öğrenmenize olanak sağlar.

Olası sorunlu alanları ve sorun yaşayan müşterileri fark etmenizi kolaylaştırır.

Nerede hata yaptığınızı merak etmekten kurtarır.

Araştırmalar size, müşterilerinizin sizden gerçekte ne almakta olduklarını gösterir.

Araştırın, araştırın, araştırın…

“Hizmetimiz ya da Şirketimizle ilgili neyi sevmiyorsunuz?”

Bunu sormayın.

Birinden, sizin şirketinizi seçmekle kötü bir seçim yaptığı konusunda itirafta bulunmasını istiyorsunuz. İnsanlar bunu yapmazlar. İnsanlar zeki görünmeyi severler.

Hiç bir zaman “Neyi beğenmiyorsunuz?” diye sormayın.

Odak Grupları İşe Yaramıyor

Tipik bir konuşma:

“Bazı bilgilere ihtiyacımız var.”

“Tamam, o zaman bir focus grup (odak grubu) çalışması yapalım”

Focus gruplarla çalışmanın çekiciliği vardır. Anket çalışması yapmaktansa, odak grup çalışmaları, daha kolay ve anlamlı gelmektedir.

Ancak, gruplara değil de, bireylere satış yapmaktasınız. Focus gruplar, size daha ziyade pazar dinamikleri hakkında bilgi verir. Odak grup çalışmaları esnasında, baskın tipler konuşmayı ele geçirerek diğerlerini ikna etmeye çalışırlar. Akıllı ancak sessiz tipler ise, sakin bir şekilde oturarak zamanın dolmasını beklerler. İnsanların görüşleri ve bakış açıları, diğerlerinden etkilenir ve değişebilir.

Bireylere satıyorsanız, bireylerle görüşün…

Pazarlama Bir Departman Değildir

Kurumsal satış yapan bir şirketin güçlü satış danışmanları, ödüllü bir satış yöneticisi ve bir de problemi vardı:

Şirket, satış ve pazarlamanın, yalnızca satışçı ve pazarlamacıların işi olduğunu düşünüyordu.

Oysa ki, şirketimizdeki herkes, şirketin pazarlamasından sorumludur.

Yapılan her hatanın bir maliyeti vardır.

Japon firmalarının yarısından fazlası, bir pazarlama departmanı kurmakla uğraşmazlar, çünkü onlar, şirkette çalışan herkesin, pazarlamanın bir parçası olduğuna inanırlar.

Pazarlama bir departman değildir. O, sizin işinizdir.

Kitaptan İnciler…

  • Pazarlamacılar giderek karmaşıklaşan dünyamızda basitlikten daha etkili bir şey olmadığının farkına varıyorlar.
  • Hizmet pazarlamacılığının özü hizmetin kendisidir.
  • Hizmetiniz için, hedef kitleniz için cazip bir vaadi olan makul bir reklam yazamıyorsanız, o zaman sunduğunuz hizmeti düzeltmeniz gerekiyor demektir.
  • Pazarlama bir departman değildir. İşin kendisidir.
  • Pazarlamanızı düşünürken yalnız işi düşünmeyin. Becerilerinizi de düşünün.
  • “Müşteriyi” memnun etmeden önce, içindeki insanı anlayın ve memnun edin.
  • Hizmet pazarlaması büyük ölçüde bir popülerlik yarışmasıdır.
  • Müşterilerin çoğu bir hizmet firmasını seçerken onun referanslarını, ürününü ya da sektördeki pazar payını satın almaz. Onlar, tıpkı yaşamımız boyunca olmaya devam ettiğimiz liseliler gibi, kişilik satın alırlar.
  • Hizmet işi ilişkidir. İlişkide duyguya bağlıdır. İyi ilişkilerde duygu iyidir, kötü ilişkilerde ise kötü.
  • Profesyonel olun ama daha da önemlisi; cana yakın olsun.
  • Ne yapacaksanız şimdi yapın. İş dünyasının ölüm ilan sayfaları beklemeyi seçen planlamacılarla dolu.
  • “Olgulara” güvenmeyin. Planlamaya kesin bir bilim olarak yaklaşmayın. Planlama kesin olmayan bir sanattır.
  • Başarısız olmaya başlayın ki, başarıya yaklaşabilesiniz.
  • Eğer olası bir müşterinin yalnızca mantığına hitap derseniz, boşa hitap etmişsiniz demektir.
  • Hizmetinizi en kaliteli düzeye yükseltin, ama onu n az riskli hale de getirin.
  • Bir müşteri için yapabileceğiniz en iyi şey onun korkusunu ortadan kaldırmaktır.
  • İnsanlar aldıkları kararları kendilerine haklı gösterme gereği hissederler.  Bu yüzden de, kararlarını dayandırabilecekleri farklılık ararlar.
  • Seslendirdiğiniz kesimi genişletmek istiyorsanız, konumunuzu daraltın.
  • Her hizmet farklıdır. Bu farklılıkları saptamak, ortaya koymak ve yenilerini yaratmak başarılı bir pazarlamanın merkezinde yer alır.
  • Birçok kişiye birden birçok şey vermek kimse için, işkolunun en yenilikçi ve en kayda değer şirketi için bile, mümkün değildir.
  • Marka, paradır.
  • Markanızı oluşturmak için milyonlar gerekmez. Hayal gücü gerekir.
  • İyi bir misyon bildirimi bugünü değil geleceği tarif eder; müşteriler ise şu anda sizin kim olduğunuzu öğrenmek ister. Bir misyon bildirimi yazın, ama sizde kalsın.
  • Her şeyden önce mutluluk satın.

TANJU HAN

Lütfen BENİ takip etmeye devam edin…

Haftanın Kitap Önerisi: “Prens” Niccolo Machiavelli

Haftanın Kitabı (1).png

 

 

Niccolo Machiavelli (Makyavel) ve Prens Kitabı

Principe (Prens), Floransalı yazar Niccolo Machiavelli tarafından yazılmış politika hakkında bilimsel bir incelemedir. Asıl adı “De Principatibus” (Prenslikler Hakkında) olup 1513 yılında yazılmasına rağmen 1532’ye kadar, yani Machiavelli’nin ölümünden 5 yıl sonrasına kadar basılamamıştır. Yaşadığı süre boyunca yayımlanmamasına rağmen Machiavelli’in en bilinen eseri sayılır ve daha sonra ortaya atılan “Makyavelist düşünce” teriminin temelini oluşturur.

 

Prens’in Özeti

Prens’te anlatılan görüşler okuyana uç noktalarda gelebilir, fakat eserin Floransa’da süren kargaşa sırasında yazılmasından dolayı Makyavel ancak mutlak güç sahibi kararlı bir yöneticinin bütün sorunları aşabileceğini düşünür.

Prens’te dile getirilen görüşler genellikle bir hükümdarın saltanatını ayakta nasıl tutabileceği ve hükümdarlığını nasıl daha da güçlendirebileceği üzerinedir. Makyavel’e göre ahlaki ilkeler her özel durumun ihtiyaçlarına tamamen teslim olmalıdır. Bu yüzden, Prens gücünü koruyabilmek için gerekirse her şeyi yapmaktan çekinmemelidir. Makyavel, bir hükümdarın asıl gücünü sevilmekten çok korkutmaktan alması gerektiğini söylerken gene de kendinden nefret ettirmemesini öğütler.

Prens açılış bölümünde, çeşitli prenslikleri (yeni kurulmuş ya da babadan oğula geçmiş) yönetmeyi sağlayacak etkin yöntemleri anlatır. Floransa aristokrasisinden olan Makyavel bir devleti ele geçirmenin, yönetmenin ve korumanın en iyi yollarını okuyucuya anlatır. Bu bakımdan yöntemler savaşı ve acımasızlığı telkin eder.

Daha sonra, Cesare Borgia’nın ilham kaynağı olduğu ideal prensin sahip olması gereken özellikleri anlatır. Günümüzde yazılan modern liderlik metinlerinin birçoğu bu bölüme gönderme yapmaktadır.

Etkili bir politik liderin özellikleri şöyle sıralanabilir:

– Büyük liderleri kendine örnek almaya istekli olmak. Özellikle Antik Roma’dan.

– Hükümetin halkın yaşam kalitesini yükseltmek için ne kadar gerekli olduğunu göstermek. Örnek olarak: Herhangi bir birey veya kurum üzerindeki kontrollü baskıyı geçici olarak gevşetmenin neticesinde oluşacak kaos ortamının etkilerini göstermek.

– Savaş sanatına hakim olmak.

– Var olan acımasızlığın ve ahlaksızlığın gücü ve dengeyi koruyabilmek için gerekli olabileceğini anlamak.

– Kaba ve ahlaksız sanılmamak için dindar görünmeye çalışmak. Makyavel, İspanya kralı Ferdinand’ın İtalya’ya dini bahane ederek saldırmasını över.

– Gerektiği yerde öğüt ve tavsiye dinleyecek kadar erdemli olmak.

– Makyavel’in etik ve politika arasında kurulacak bağlantıya fazla aldırış etmediği görünür, bu da çağdaşlarından tepki toplar. Prens merhametli, güvenilir, karşısındakini anlayan, dürüst ve güvenilir görünmeye çalışmalıdır. Fakat aslında Prens’in kudreti onun gerçekten merhametli olmasına çok az izin vermelidir.

Son bölümler İtalya’nın o zamanki durumuyla ilgili duyulan endişeleri dile getirir (İtalya’nın barbarlardan kurtarılması için teşvik edilmesi gibi..)

Prens Kitabının Girişi ve İçindekiler Bölümü

Prens’in politika hakkında yazılmış en etkileyici kitap olduğu kabul edilir. Beş yüz yıl öncesinde yaptığı insanlığın halleriyle ilgili gözlemleri bugün için de geçerli sayılabilir. Bu kitabı güç kazanması ve bu gücü tutması için Medici Ailesi’ne yazmıştır. Günümüzde “Prens” kelimesi insanları tarafından sevilen görkemli bir adam çağrışımı yapsa da, Makyavel’in prensleri bu anlamda romantik değillerdir ve gücünü korumak için sürekli savaşan kişilerdir. Prens’te anlatılan yöntemlerin birçoğu zamanında olduğu gibi günümüzde de uygulandığı görünmektedir.

Prenslikler ve Krallıklar

En başta, Makyavel var olan bütün devletlerin ve idarelerin ya Prenslik ya da Cumhuriyetle yönetildiğini söyler. Prens’te sadece Prenslik konusuyla ilgilenmiş, Cumhuriyet kısmını diğer eserlerinden birinde (Discourses) incelemiştir. Prensliklerin ilk türünün halihazırda var olan ve babadan oğula geçen, ikinci türünün de yeni kurulmuş ya da geniş bir büyüme göstererek Karma halini almış olanlar olduğunu söyler.

Babadan Oğula Geçen Prenslikler

Prenslik, hükümdarının prens olduğu servet ya da güçle elde edilen bir devlettir. Bütün prenslik türleri içinde uzun yıllar babadan oğula geçen prenslikler, geçmişte kazanılan bir aile başarısı taşıdığından yönetmesi en kolay olanıdır. Kalıtsal prensliklerde insanlar kendiliğinden prense bağlı olacaklardır, çünkü o geçmişten gelen bir soyu temsil etmektedir ve insanlar onun soyadına alışmıştır, bu yüzden halk ona doğal bir eğilim gösterecektir. Eğer dışardan bir güç tehdit ederse, güç kolayca toparlanabilir çünkü insanların yöneten aileyle ortak bir geçmişi vardır.

Sevilmek mi Daha İyidir, Yoksa Korkulmak mı?

Yazarın kitabındaki düşüncesi “Korkulan” ama nefret edilmeyen bir hükümdar olmaktır.Detaylı bir şekilde tarihsel örneklerle açıklamalara yer verdiği konu,kesinlikle üzerinde vakit ayırılması gerekli bir konu başlığıdır.

“..Ve insanlar kendisini sevdiren birinden çok,kendisinden korkulan birine zarar vermeyi pek göze alamazlar…”

Prens’in Şöhreti

Prens dünyaya yön veren bir kitaptır. İtalyan yöneticilerden sonra diğer Avrupa ülkelerine de bir düşünce akımı yaymıştır ve hala önemli devlet eleştirilerinin arasına girmektedir.

 

 

 

TANJU HAN

Lütfen BENİ takip etmeye devam edin…

 

 

Haftanın Kitap Önerisi: “Ulysses” James Joyce

Haftanın Kitabı.png

 

“HUKUKUN DÜSTURUDUR BU. MASUM BİR İNSANIN NAHAK YERE MAHKUM EDİLMESİNDENSE DOKSAN DOKUZ SUÇLUNUN SERBEST BIRAKILMASI DAHA EVLADIR.”

Yayımlanmasının üzerinden geçen yüz yıl boyunca hakkında yığınla efsane türetildi, daha çok tercümesinin zorluğu ve kavranmasının imkânsız oluşuyla anıldı, yazarı James Joyce’u bir bakıma ulaşılmaz yazar mertebesine taşıdı. “İçine o kadar çok bilmece- bulmaca ve zekâ oyunu koydum ki, profesörler yüzyıllarca ne demek istediğimi tartışacaklar, insanın ölümsüzlüğü garantilemesinin tek yolu da budur,” diyen Joyce hedefine çoktan ulaştı. Fakat okur katında işlerin o kadar parlak olduğunu söylemek zor. Çünkü Ulysses denince, ister istemez sözcük oyunlarının izini sürmekten perişan olmuş, göndermelerin şiddetinden bitip tükenmiş ya da daha çok ikinci sayfayı bile göremeden lanetler okuyarak kitabı elinden atmış bir okur profili geliyor insanın gözü önüne.

Ulysses’i okumak demek mutlaka göndermelerin tamamına vâkıf olmak demek değil asla. Ayrıca Joyce’un kast ettiği ve romanına dâhil ettiği bilmece-bulmacaların, mesela Oulipo’cuların romanlarında sıklıkla rastlanan şifreli, oyunlu, oyuncaklı anlayışla üretilmiş örneklerden çok farklı olduğunu söylemeliyiz.

Bu hususta enseyi karartıp Ulysses’in hükmüne boyun eğmek; bugüne dek yapılageldiği şekilde erişilemez bir derinliğe sahip olduğunu kabullenerek hakkında türetilen efsanelerden, çevirmenin takdire şayan başarısından, Joyce’un biyografisinin dikkat çekici taraflarından bahseden yazılara ve “Olay Dublin’de geçiyor”un çok da ötesine geçmeyen yorumlara kanaat etmek zorunda değiliz aslında. Ulysses’in derin, okurdan sabır isteyen ve fazladan bir okuma- araştırma uğraşı talep eden bir metin olduğu elbette açık; ancak romanda yapılan göndermelerin karşılığını, hangi metnin temel ya da model alınarak ve ne maksatla kullanıldığını, nereyi işaret ettiğini araştırıp bulmak, bu uğurda kılavuzların, ansiklopedilerin ya da Shakespeare ve Homeros’un yapıtlarının satır aralarında gezinerek şifreler çözmek ne kadar saygı duyulası bir uğraş olsa da apayrı bir disiplin olarak görülmeli ve olmazsa olmaz bir gereklilik değil okuma zevkini artırmak yönünde bir heves biçiminde algılanmalı sadece. Çünkü Ulysses’i okumak demek mutlaka göndermelerin tamamına vâkıf olmak demek değil asla. Ayrıca Joyce’un kast ettiği ve romanına dâhil ettiği bilmece-bulmacaların, mesela Oulipo’cuların romanlarında sıklıkla rastlanan şifreli, oyunlu, oyuncaklı anlayışla üretilmiş örneklerden çok farklı olduğunu söylemeliyiz. Zaten okuru da içine alan, kurguda hayati görev üstlenen oyunlar tasarlamak ve varlığını oyunlara borçlu romanlar kaleme almak Joyce’a çok uzak bir anlayış.

Kısacası kendimizi gönderme ve çağrışımlardan kutsallık veya yüce nedensellikler devşirmek zorunda hissetmediğimiz durumda Ulysses’i bir roman olarak anlama şansımız daha yüksek olur. Bu yüzden, ağırlığıyla nam salmış bir metnin, öncelikle iyi roman okuru açısından gerçek değerini ve roman tarihi içindeki yerini sorgulamak, kavranamaz oluşundan ziyade bir roman olarak nasıl bir anlayışla kaleme alındığını, nerede durduğunu araştırmak ve çağdaşlarıyla arasındaki benzerlik ya da farklılıklara eğilmek Ulysseshakkında daha sağlıklı ve ferasetli sonuçlara ulaşmamızı sağlar.

Özünde Yahudi, Protestan kilisesinin öğretilerine inanmayan, sonradan Katolik olan, ama evrime inanan Bloom; Tanrı, inanç, Hristiyanlık ve kilise kavramlarına her zaman mesafeli ve alaylı yaklaşan biridir. Bloom’un zihni aracılığıyla Joyce, başta öte dünya anlayışı olmak üzere tüm dinî değerleri ve ritüeli acımasızca yargılar.

“Zor bulursun bütün parçalarını o sabah”

Aslında basit sayılabilir bir öyküye sahip olan Ulysses, 1904 yılının Haziran ayının onaltısı, bir perşembe günü evinden çıkan Leopold Bloom’un Dublin sokaklarında geçirdiği bir günü yatay bir kurguyla ve bilinç akışı tekniğiyle nakleder. Romanın birden fazla anlatıcısı olsa da; Bloom dışında Tanrı anlatıcı, Stephen Dedalus, Gerty ve Molly bazı bölümlerde devreye girseler de; yine de sanki her şey Bloom’un zihninde yaşanır gibidir. En büyük ideali, gelip geçenlerin hayran olacakları bir afiş tasarlamak olan Bloom, atık kâğıtların, lağım farelerinin postlarının, kimyasal özelliklere sahip olan insan dışkısının ekonomik olarak değerlendirilmesi ve sabahları süt dağıtmak için köpek ya da keçi kuvvetiyle çekilen arabalar kullanmak benzeri projeler yumurtlayan bir reklamcıdır. O gün evden çıkışının birden fazla sebebi vardır; ancak muhtemelen bunlar içinde en önemlisi kalp sektesinden merhum olan Dignam’ın cenazesine katılmaktır. Bu cenaze, romanın bütününde fonda yer alarak inanca dair sorgulamaların hareket noktasını oluşturur. Özünde Yahudi, Protestan kilisesinin öğretilerine inanmayan, sonradan Katolik olan, ama evrime inanan Bloom; Tanrı, inanç, Hristiyanlık ve kilise kavramlarına her zaman mesafeli ve alaylı yaklaşan biridir. Bloom’un zihni aracılığıyla Joyce, başta öte dünya anlayışı olmak üzere tüm dinî değerleri ve ritüeli acımasızca yargılar.

-Kıyamet ve hayat benim. Nasıl insanın kalbine dokunuyor bu sözler.

Senin kalbine dokunuyor belki de iki seksen uzanıp ayaklarını papatyalara dayamış adamcağıza ne faydası var? Ona dokunması zor biraz. Duyguların makamı. Kırık kalp. Epi topu bir pompa, her gün binlerce galon kan pompalıyor. Günlerden bir gün arıza yapıveriyor, al bakalım, kendini burada buluyorsun. Etrafımızda bir sürüsü gömülü duruyor: akciğerler, kalpler, karaciğerler. Eskimiş, paslı pompalar: başka hiçbir şey değil valla. Kıyamet ve hayat. Öldün mü ölüyorsun. Şu ahiret günü inancı. Hepsini mezarlarından çekip çıkaracaklarmış. Lazar, dışarı gel! Lazar da dışarı geldi ve korundular. Ayaklanın! Ahiret günü! Sonra bütün millet kendi karaciğerini, akciğerlerini ve diğer sakatatını aramaya başlayacak. Zor bulursun bütün parçalarını o sabah. Şahane bir organizasyon şüphesiz, saat gibi işliyor. Günah çıkarma. Herkes istiyor. Sonra size her şeyi anlatacağım. Kefaret. Cezalandırın beni, ne olur. Ellerinde müthiş bir silah var. Doktordan, avukattan daha güçlüler. Kadınlar bayılıyor… Pişmanlık dediğin tamamen göstermelik. Utanmak da pek yakışıyor. Sunakta dua ediyor. Ey Meryem, Kutsal Meryem. Çiçekler, buhur, eriyen mumlar. Yüzünün kızarmasını saklıyor. Salvation Army, düpedüz taklit etmiş. Doğru yolu bulmuş hayat kadını toplantımızda konuşacak. Nasıl Rabbi buldum. Roma’dakiler pek uyanık herifler olmalı: bütün bu gösteriyi onlar sahneliyor. Çuvalla parayı da cebellezi etmiyorlar mı? Millet mirasını da bırakıyor onlara: mahallemizin şu andaki papazına, tamamen kendi takdirine bırakılmış olarak.

Kadir-i mutlak dediğiniz öyle on paralık baldır bacak şovlarına benzemez. Ben size söylüyorum, dörtdörtlüktür kendisi ve onunla ticaretin en kralı yapılır. Gelmiş geçmiş en muhteşem şey odur sakın unutmayasınız bunu. Kral İsa’ya kavuştum kurtuldum diye bağırın. Sabahın köründe kalkmaya başlaman gerekecek, evet sen, oradaki günahkâr, eğer Kadir-i Mutlak Allah’ın keyfini gıdıklamak istiyorsan. Daa dii! Aynen öyle. Rabbin arka cebinde öyle bir öksürük şurubu var ki bir yudum içtin mi ne olduğunu şaşarsın, dostum. Denemesi bedava.

Önce bir kasaba uğrayan Bloom kahvaltılık böbrek alarak evine döner; kahvaltı edip yeniden dışarıya çıkar. Sonra roman boyunca labirentin içinde dolaşıp duran fare gibi Dublin’i arşınlar ve sırasıyla, postaneye, kiliseye, mezarlığa, gazete idarehanesine, kütüphaneye, bara ve hastaneye gider. O gün yapması gereken bir diğer iş, karısı Marion Bloom, yani Molly’ye kitap almaktır ve bu yüzden kütüphanede karısının tercih ettiği bazı ‘arzulu’ romansların sayfaları arasında gezinmek durumunda kalır. Bu vesileyle Joyce, günümüzde de popülaritesini devam ettiren, hatta son zamanlarda tam bir çılgınlığa dönüşen erotik romans furyasıyla ağır biçimde dalgasını geçer. Bunu taklit bir dil üreterek, yani o kurmacaların bir benzerini yazarak yapar.

Kocasının kendisine verdiği tüm papeller mağazalardaki en şahane elbiselere, en pahalı dantelli çamaşırlara gidiyordu. Hepsi o adam içindi. Raoul için! Ağzı adamın dudaklarına şehvetli ve dolgun bir öpüşle yapışırken adamın elleri kadının deshabille’sinin içinden cömert kıvrımlarını yokluyordu.

– Geciktin, dedi adam hırıltılı bir sesle, ona şüpheyle ve dik bir nazarla baktı. Güzel kadın kenarları siyah kürklü pelerinini atıp sultanlara layık güzel omuzlarını ve nefesiyle inip kalkan gerdanını gösterdi. Kusursuz dudaklarının çevresinde varla yok arası bir tebessüm oynaşırken sakince yüzünü adama döndü.

Burada Joyce’un maksadı, erotik metin yazarlarının yöntemiyle ıslak cümleler kurarak okurda şehvet uyandırmak değil elbette; tam aksine o, “kabartma tozu” işlevi gören bu türdeki mamulleri sarakaya almak uğraşında. Mr Bloom, Molly’nin zevkle okuyabileceği bir şeyler aranırken, Rahibe Maria’nın Feci İtirafları türünde cömert kitaplar arasında bolca gezinir ve sonunda Zinanın Zevkleri adında, yukarıdaki şehvetli anlatımların da yer aldığı bir kitapta karar kılar.

Ulysses’in kitap olarak ilk yayımlandığı yıl, 1922; ancak 1914 yılından itibaren yazılmaya başlanmış. Bu tarihler, Rahibe Maria’nın Feci İtirafları veya Zinanın Zevkleri gibi metinlerin yalnız şu yaşadığımız dönemde değil, geçmişte de fevkalade, Joyce’u da çileden çıkaracak derecede ilgi gördüğünün basit ve kronolojik bir kanıtı. Bunun yüzyıllar öncesi de var elbette, Joyce’u da aşar mertebede; bu tür kitapların gelecekte, yüzyıllar sonrasında da milyonları cezbedeceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok.

“Ödüllü hikâye için fikir”

Ulysses baştan sona mimetik bir öz üzerine kuruludur; Homeros’un Odysseia destanı şekilsel olarak romana altyapı sağlar. ‘Ulysses’ adı, Odysseus’un Latince kanalıyla İngilizceye geçmiş halidir. Ulysses’in baş karakteri Bloom sembolik olarak Odysseus’u (Ulysses’i) temsil eder. Odysseia’nın Penelopeia’sının Ulysses’teki karşılığı ise Bloom’un karısı Molly’dir. Romanda yer alan karakterler kişilikleriyle de Homeros’un kahramanlarına benzerler. Ancak romanını Homeros’un Odysseia’sı paralelinde karşıtlıklar ve koşutluklar kurarak oluşturması Joyce’un epik metinlere saygı göstereceği anlamına gelmez. Çünkü Joyce’un destan formunu yankılaması, geleneksel metinlere methiye düzmek için değil, bu türde anlatıların ipini çekmek gayesiyledir.

…seyyah Leopold oraya şifa bulmaya gelmiş idi korkunç ve ürkünç bir ejderhanın ona sapladığı bir kargı ile bağrı pek fena yaralanmış olduğu için yarasına nışadır kaymağı ile pelesenkten bir merhem yaparak elinden geldiğince deva olmuştu.

…hepsi birden cümleten Aziz Zekeriya üzerine yemin ederek dediler ki asıl ondaki alet ve edevat öyle idi ki bir adamın yapması beklenen her türlü vazifenin her birini bihakkın ifa edebilir idi. Bunun üzerine hepsi pek hakiki bir neşe ile güldüler yalnız genç Stephen ile sir Leopold hariç sir Leopold ki hiçbir vakit çok belli ederek gülmez idi çünki onda tuhaf bir ahlat var idi onu belli etmek istemez idi ve ayrıca nerede ve kim olursa olsun doğum yatağındaki kadına karşı merhamet besler idi.

Diğer bütün modernist yazarlarda olduğu gibi Joyce, tezgâhını hikâyenin bittiği yere açar. Ulysses’te Buck Mulligan’ın kendi zihni adına sarf ettiği şu söz, aslında bir yanıyla modern romanı da özetler: “Ne? Nerede? Ben hiçbir şeyi hatırlayamam ki. Yalnızca fikirleri ve hisleri hatırlarım.” Kahramanlıkların bitişini duyuran Cervantes’ten 400 yıl kadar sonra Joyce, bildiğimiz anlamda olay akışı, hikâye ve düz aktarımın bitişini duyururken hislerin, fikirlerin ve eğretilemelerin hâkimiyetindeki modern romanı müjdeler. Zaten fotoğraf ve sinemanın icadından sonra her şeyin eskisi gibi olması beklenemez. Roman sanatı, bir korunma refleksi olarak fotoğrafı çekilemeyen, filme alınamayan, hatta röportajla nakledilemeyen bir metnin izini sürer ve bu sebeple dönüşüm geçirir. Roman tarihi dediğimiz şey de bir bakıma, dönüştürme gücüne sahip yazarlar eliyle romanın kendini korumaya ve ayrıştırmaya çalışmasının tarihidir. Artık bildiğimiz romanın aynı roman olarak devam etmesi, ısrarla devam ettirilmeye çalışılması, günümüzde de sık sık karşılaştığımız “Nerede o eski romanlar?” ve “Bizi alıp götürecek romanlar yazılmıyor artık” türünde yakınmalarla eski romanın ruhunun çağrılması bir tutum olarak kolaycı, konformist, muhafazakâr ve çağdışı kalır.

Bildiğimiz anlamda romanın bitişini en keskin hamlelerle duyuran Joyce, zihinde yaşanan temsiller ve taklide dayalı temaşalarla maddesel olarak gerçekleştiği şüphe götürür, bütünüyle sembolik olay ve durumlardan bir kurgu çatar ve bunu zapt edilemez bir dil ve bölük pörçük bir zihnin dizginlenemez çağrışımlarıyla ve yoğun bir alayla bezer.

1918 yılında tefrika edilmeye başlanan Ulysses’i, Joyce’un 1914 yılında yazmaya başladığı bilinir. Buddenbrooklar’ı modern romanlar arasında saymazsak (ki saymamak için elimizde çok sayıda geçerli neden var) Thomas Mann’ın Tonio Kröger’i 1903, Venedik’te Ölüm’ü 1912’de, Robert Musil’in Genç Törless’i 1906’da, Proust’un Swan’ların Tarafı 1913’te yayımlanmıştır. Bu tarihlerde Kafka’nın eserlerinin büyük kısmının yazılmış ama daha yayımlanmamış olduğu iddia edilir. Saydığımız romanlar, her ne kadar modern romanın tarihi için vazgeçilmez öneme haiz de olsalar, klasik anlatılara karşı Ulysses çapında bir yıkıcılık içermezler. Bildiğimiz anlamda romanın bitişini en keskin hamlelerle duyuran Joyce, zihinde yaşanan temsiller ve taklide dayalı temaşalarla maddesel olarak gerçekleştiği şüphe götürür, bütünüyle sembolik olay ve durumlardan bir kurgu çatar ve bunu zapt edilemez bir dil ve bölük pörçük bir zihnin dizginlenemez çağrışımlarıyla ve yoğun bir alayla bezer. Joyce’un itirazı elbette sadece erotik romanslar ya da epik metinlerle sınırlı olmadığından polisiye de dâhil olmak üzere tüm ucuz, hazır ve kolaycı üretimler bu alaydan nasibini alır.

Kurutma kâğıdını öbürünün üzerinden de geçireyim ki okuyamasın. Bak ödüllü hikâye için fikir. Dedektif kurutma kâğıdının üzerinden bir şey okuyor. Sütun başına bir gine altını ödül.

“Yaşadığımız şu dünyanın minyatür bir portresi”

“Kurutma kâğıdını öbürünün üzerinden de geçireyim ki okuyamasın,” cümlesi aslında Bloom’un karısından gizlediği bir mektuba ilişkin söylenir. Aldatma olgusu, romanda iki yönlü yaşanır; karısını aldatma çabalarından asla vazgeçmeyen ve bunun çok da büyütülmemesi gerektiğini düşünen Bloom, cebinde Molly’ye aldığı Zinanın Zevkleri adlı kitapla Dublin’i boydan boya turlarken, karısının onu Blazes Boylan’la aldatıyor olma ihtimalini kafasında taşıyarak ıstırap çeker. Doğum hastanesinin bekleme salonunda Stephen Dedalus ve arkadaşlarına takılır, aralarında yoğun tartışmalar yaşanır.

Takip eden tartışma kapsamı ve gidişatıyla hayat macerasının bir özeti gibiydi. Ne mekânın ne de meclisin vakarında bir noksan vardı. Tartışmacılar memleketin en keskin zekâlılarıydı, ele aldıkları konu da konuların en yücesi ve en hayati olanıydı.

Buna bir de tesadüfen rastlaşmaları, dans, arbede, haydan gelip huya gidergillerden denizci eskisi, gece kuşları, tüm bu vakalar galaksisi, hepsi birden eklenince karşımıza yaşadığımız şu dünyanın minyatür bir portresi çıkıveriyordu.

Stephen Dedalus, romanda Odysseus’un oğlu Telemakhos ile özdeşleştirilir ve her geçen sayfa roman içindeki ağırlığı artar. İkisinin birlikte gerçekleştirdikleri yolculuk, Odysseia’ya yapılan göndermeleri bir kenara bıraksak da, simgesel anlamda önemlidir. Çünkü babası 70 yaşında bir otel odasında zehir içerek intihar eden, hayatının sonraki bölümlerinde babasının ölüsünün yüzü sık sık gözlerinin önüne gelen, kendi oğlu doğumdan birkaç gün sonra ölen ve erkek evlat özlemini daim içinde yaşatan Bloom, önce bir meyhaneye, sonra da geneleve giden ve kendisi için erkek evladı simgeleyen Stephen Dedalus’un peşine bir biçimde takılmış sayılır (Bloom’un kendi kızı Milly romanda hiç görünmez, sadece zihinde ve aktarımlarda belirir). Konuştukları konuların kaydını tutmak imkân dahilinde değildir. Burada yer alan soru- cevap kısmında yazılmış olan uzun bölüm, röportaj romana bir gönderme olarak da okunabilir.

Güzergâhları esnasında eşbaşkanların eşeledikleri meseleler nelerdi?

Müzik, edebiyat, İrlanda, Dublin, Paris, dostluk, kadın, fuhuş, beslenme, gaz ışığının yahut ark lambalarıyla ampullerin yanıbaşlarındaki parahelyotropik bitkilerin boy atmaları üzerindeki etkisi, belediye tarafından acil durumlarda kullanılmak üzere ortalık yere konabilecek çöp kovaları, Roma Katolik kilisesi, papazların evlenmemesi, İrlanda milleti, cizvit eğitimi, kariyerler, tıp tedrisi, geçirdikleri gün, şabat arifesinin muzır etkisi, Stephen’ın düşüp bayılması.

Sarhoş ve asabi Dedalus genelevde olay çıkarır, sonra da bir İngiliz askerine sataşır. Bu çocuklukları yaparken koruyucu kollayıcı misyonla yanında gerçek babası değil, simgesel babası Bloom yer alır, ona destek olur. Ancak Bloom’un o kadar da gönülden ve iyi niyetli olduğunu söylemek için biraz erkendir, çünkü bir yandan da Stephen üzerine ticari planlar kurgular.

Böylesine fenomen derecesinde güzel bir tenor ses nimetlerin en enderiydi, Bloom daha ilk notayı duyar duymaz değerini anlamıştı bu sesin… olması gerektiği gibi işlenirse bir de nota okumayı bildiğini de hesaba katarsak artık ne fiyat isterse çekebilirdi böyle bir sesle çünkü baritonların bini bir paraydı.

Sonunda Bloom, Stephen Dedalus’u evine götürür. Bu, bir babanın oğlunu tehlikelerden koruyup eve çağırmasına benzetilebilir. Sonunda ayrılırlar ve Bloom karısının yanına yatmaya gider. Diğer modernist yazarlarda da görüldüğü üzere Joyce, günlük olaylara ve sıradan eylemlere bilimsel bir çerçeveden bakar. Bu çok bildik bir modern tutumdur; Musil’de en keskin ve belirgin biçimde kendini hissettiren bu tutum, Svevo, Proust ve Broch’un metinlerinde de yaygın olarak gözlenir.

Ayrılık esnasında, her biri yekdiğeriyle, nasıl vedalaştı?

Aynı kapıda dikey olarak ve kapı tabanının değişik taraflarında durarak, veda için uzanmış kollarının çizgileri herhangi bir noktada kesişerek ve iki adet dik açının toplamından daha az olan herhangi bir açıyı yaparak.

Leopold Bloom karısının yanına uzanır ve bundan sonra Mrs Marion Bloom, yani Molly’nin uzun ve noktasız iç monoloğu ile roman sonlanır.

Evrenselliği konusunda herhalde kimsenin şüphe duymayacağı Ulysses tamamen yerel, kopmamacasına kendi toprağına ve insanına bağlı bir anlatı. Ulysses’in evrenselliğinin alâmeti, aslında tam da yerel olması.

“Vazife çağırınca İrlanda bugün her adamdan”

Daim tartışılır durur; bir yapıtın evrenselliği ne ile ölçülür? Coğrafyamızda evrensellik, ekseriyetle başka milletlerle kurulan münasebetler ya da maddesel bağlarla ilişkilendirilir. Evrensel olma iddiasındaki metinlerde çokluk mekân, memleket ve coğrafya değişir, akıştan bağımsız kıta aşırı hadiseler cereyan eder. Peki, seyahat halindeki karakterlerin veya gözü kulağı dışarıda bir anlatıcının varlığı bir romanın evrenselliğinin teminatı mıdır? Ulysses’le birlikte bu soruyu tekrar sormakta yarar var. Evrenselliği konusunda herhalde kimsenin şüphe duymayacağı Ulysses tamamen yerel, kopmamacasına kendi toprağına ve insanına bağlı bir anlatı. Ulysses’in evrenselliğinin alâmeti, aslında tam da yerel olması. Bu yerellik, inandırıcılık ekseninde de önemli; çünkü kendi toprağının ve insanının çelişkilerini aktaran birinin transfer edilen dertlerden mustarip birine göre daha konsantre, inandırıcı ve donanımlı olması beklenir. Bu açıdan Ulysses, bir Ulusal Ses olarak da okunabilir. İrlanda’nın bağımsızlığı sorunu, topyekûn yaşanan bir aşağılık kompleksi, yerel özgürlük mücadelesi yöntemleri, İrlanda’ya has hastalıkların nesillerce taşınması vesaire salt İrlanda’ya dair olmaktan çıkar, bir yerden sonra bütün memleketlerin anladığı, anlamaya çalıştığı, kısmen yaşadığı olgulara dönüşür.

aynı şu cehennem fikri gibi, piyango ve sigorta da öyle, tıpatıp birbirinin aynı prensipler üzerine kuruluydu bunlar da, zaten başka hiçbir neden olmasa da işte bu nedenle şu cankurtaran pazarları kurumunu takdir etmek gerekiyordu, ülkenin iç tarafları ya da kıyıları fark etmez, nerede yaşarsa yaşasın, tüm kamuoyunun bu şekilde ayaklarına getirilen bu hizmete minnettar kalmaları gerekiyordu, ayrıca liman yöneticilerine ve sahil güvenlik servisine de, onlar da yelken mekanizmalarına adam koyup doğa koşullarına maruz kalarak çıkıp gezmek zorunda kalıyorlardı, mevsim ne olursa olsun, vazife çağırınca İrlanda bugün her adamdan vesaire.

Düşünürsen sırf birileri yan sokakta yaşıyorlar ve başka bir lisan konuşuyorlar diye onlardan nefret etmek de saçmalığın daniskası. Bloom.

Tüm bu sefil tartışmalar, naçizane kanaatince, tüm bu düşmanlık tohumu ekmeler, -artık insan kafasındaki hırçınlık çıkıntısı yüzünden midir yoksa bir bezenin salgısı mıdır o tarafını bilemiyordu fakat bunların falanca şeref meselesinin ıncığının cıncığından ya da vatan millet bayrak meselelerinden çıktığını sananlar yanılıyordu- hepsinin dönüp dolaşıp bağlandığı yer yine para meselesiydi her şeyin arkasında bu vardı, açgözlülük ve tamah vardı, insanlar hiç nerde durmaları gerektiğini bilmiyorlardı.

Ulysses’i yorumlamak, aslında biraz kutsal kitapları yorumlamak gibidir. Anlam her tarafa çekilebilir, göndermeler arasında edebî, tarihî, dinî ve sosyal sayısız bağlantı tespit edilebilir. Zaten genelde modern romancılar kutsal metin yazımında peygamber olduğunu iddia eden kişilerle yarışacak düzeyde ve kıvamdadırlar. Modern yazarlar, bir açıdan Tanrı’ya şirk koşarlar; sıfırdan, bütünlüklü, bireye özgü ve zihinde yaşayan bir dünyayı tasavvur ederler, anlatımlar çoklukla semboliktir. Ancak burada bahsi geçen “kutsallık” vurgusunun tamamen yazarın kendi eserine bakışına dair bir vurgu olduğunu öncelikle belirtmekte yarar var. Zira Joyce ve diğer modernler, kutsal anlatıların, dinî kıssaların da çoğu kez taklidini üreterek mizahını yapacak kadar kutsallığa değer atfetmekten uzak yazarlardır.

Joyce’un metninde modernizm adına bir sorun olarak algılanabilecek şey, “eğer bir gün Dublin yok olursa, onu benim romanıma bakarak tekrar inşa edebilirler,” şeklindeki kendi açıklamasında da görülebildiği gibi, bir haritacı iştahıyla sokakların, caddelerin arşınlanması ve sabırla, uzun uzun not edilmesidir. Romanın bazı bölümlerinde bu tavır, fikirlerin ve hislerin de üzerinde bir egemenlikle yer alır ve asla bir taklit eğiliminden kaynaklanmaz. Sokaklar, caddeler, boyuna, boyunca, kadar yürümeler, oradan, buradan, bir köşeden, bir caddeden aşmalar, dönmeler, tepmeler, geçmeler bir yerden sonra can sıkmaya başlar. Ayrıca mesela Musil’in Niteliksiz Adam’ına bakarak Viyana’nın tek bir çeşmesini bile yerli yerine koyamazsınız. Zaten modern romanda böyledir; taşlarla, kemerlerle, eylemlerle ya da duygu selleriyle değil fikirlerle yazılan modern romana bakarak değil kent kıytırık bir sokak lambası bile dikemezsiniz.

Siz fazla aldırmayın Ulysses’in asık suratlı, ciddi bir roman olduğunu iddia edenlere. Öyle de olsa, her göndermenin, her çağrışımın profesörü olmak zorunda değil kimse.

Bugüne kadar UluSes ya da UlviSes türünde ses benzetmeleri ışığında çok ağır bir metin, anlaşılamaz bir roman, asla kavranamaz bir göndermeler bütünü şeklinde yansıtılan Ulysses’e yaklaşmak için, Armağan Ekici’nin güncel argolarla bezeli şahane çevirisi, aslında çok iyi bir fırsat. Siz fazla aldırmayın Ulysses’in asık suratlı, ciddi bir roman olduğunu iddia edenlere. Öyle de olsa, her göndermenin, her çağrışımın profesörü olmak zorunda değil kimse. Dinî kurumların ticari mekanizmalarını teşhir eden, kolaycı üretimlerin ipliğini pazara çıkaran, ulusal hastalıkları serip döken, cinsiyete özgü yalpalamaları denetimsiz yansıtan, en önemlisi klasik gerçekçi romanın bitişini duyuran ve bütün bunları yaparken de muzip muzip gülümseyen bu fevkalade eğlenceli, oyunlu, müstehcen, mizahi, edepsiz ve zapt edilemez metni okumanın zevkinden kendinizi mahrum etmeyin. Yazıktır.

 

 

 

 

TANJU HAN

Lütfen BENİ takip etmeye devam edin…

 

 

Haftanın Kitap Önerisi: “Düşüş” Albert Camus

Happy World Book Day!.png

 

 

“İNSANLAR GÖSTERDİĞİNİZ NEDENLERE, İÇTENLİĞİNİZE VE ACILARINIZIN AĞIRLIĞINA ANCAK SİZ ÖLDÜĞÜNÜZDE İNANIRLAR. HAYATTA OLDUĞUNUZ SÜRECE DURUMUNUZ KUŞKULUDUR, ANCAK ONLARIN KUŞKUCULUĞUNU HAK EDERSİNİZ.”

Düşüş ya da orijinal adıyla La Chute, Albert Camus’nün 1956 yılında yayımlanan romanıdır. Aslında kitap için roman demek pek doğru değil daha çok Camus’nün insan varlığının absürtlüğünü anlattığı 99 sayfalık bir monologdur. Düşüş’ü incelemek, Albert Camus’nün bu kitabı neden yazdığını anlamak için Albert Camus’nün ortaya koyduğu “absürtlük” konusunda bilgi sahibi olmak, Camus’nün temsil ettiği felsefi akımı iyi sindirmiş olmak gerek ki bu da epey zor bir iş. O yüzden bu yazının aslında bir inceleme mahiyeti taşıyacak kadar iddialı olmadığını söyleyerek söze başlamakta fayda var.

Kitapta bir olay örgüsünden söz etmek pek mümkün değil. Kısaca Jean Baptiste Clemence isimli karakterin Amsterdam’da bir barda geçmişiyle hesaplaşması, yaşadıklarını ve düşüncelerini karşısına çıkan bir (ya da birkaç) kişiye aktarması şeklindeki monologlar üzerine dönen bir eser Düşüş. Clemence karakterinin temsil ettiği “modern insan” ve Clemence’in kendiyle ve modern insanla hesaplaşması kitabın ana eksenini oluşturuyor ve Camus Clemence’in ağzından sıkça Avrupa’nın modern insanını “Onlar gazete okurlar ve zina yaparlar.” gibi cümlelerle eleştiriyor.

Clemence, kendini başlarda iyi niyetli, yardımsever ve dost canlısı olarak tanımlarken, kitabın sonlarına doğru kendine ve etrafına ne kadar yabancılaşmış olduğunu görüyoruz. Clemence’in iyi bir insan olup olmadığı hakkında net bir yargıya varmak zor zira hepimizin zaman zaman yaşadığı, olaylar karşısında aldığı duruş, Clemence’in karakteri konusunda bu yargıya varmamızı engelliyor, doğru ve yanlış arasındaki sınırı okuyucu kendi belirliyor.

Albert Camus’nün bu noktada Clemence’in mesleğini avukatlık olarak seçmesi elbette tesadüfi bir şey değil. Clemence’in başlarda geçmişini anımsarken yaptığı savunmalar, doğru ile yanlış arasındaki keskin fikirleri ve yargı meselesi kitapta önemli bir yere sahip. Savunduğu iyi ve kötü insanları hatırlarken Clemence, zaman geçtikçe kendi başarılarının ve iyiliklerinin, başarısızlığa ve kötülüğe dönüştüğünü görür fakat doğru­yanlış ayrımında etrafındaki bütün insanlar hakkında yargıda bulunmaktan geri durmaz. Kendi üzerinde yapılan yargılamalar konusunda ise başlarda umursamaz gibidir fakat sonlara doğru bu yargılardan kaçmanın yollarını arar.

Yargılama meselesi Düşüş’ün temel meselelerinden biri. Daha evvel de belirttiğim üzere, Clemence’in bir avukat oluşu, yargılamanın kitapta ne kadar önemli bir yerde olduğunu kanıtlar nitelikte. Clemence karakteri, insanın amacının yargılamak olduğunu ve yargılamadan kaçmanın yalnızca başkasını yargılamaktan ya da ölümden geçtiğini bize açıkça gösteriyor. Clemence yargılamayı seçmiştir fakat yargılama ile ölüm arasında bocalamaktadır. Paris’te bir köprü üzerinde şahit olduğu bir intihar eylemi, “Düşüş” kavramının kitaptaki önemli tezahürlerinden biri olduğu gibi Clemence’in de bocalayışını ve varoluşun anlamsızlığını göstermektedir.

Öte yandan “Düşüş”, Clemence’in de belirttiği üzere Ortaçağ’daki boğuntu hücrelerinde insanın yaşadığı bir deneyime benzer. Uyanıklık bir çömelme ise uyku bir düşüştür. İnsan, varoluşu karşısında hiçbir zaman rahat değildir. Sartre’ın da belirttiği gibi arkada sırıtan bir palyaçodur, hayatın bütünü anlamsızdır. Burada şunu soran sesleri duyar gibiyim: “Madem hayat bir kaos ve yaşam anlamsız, o zaman neden ölmüyoruz?”. Camus bu soruyu şöyle cevaplıyor: “Ölüm de yaşamın kendisi kadar anlamsız olduğu için insanın kendi eliyle hayatına son vermesi de anlamsızdır.”. Yani Camus’nün felsefenin en temel problemi olarak tanımladığı “intihar” kavramı da hayatın kendisi kadar anlamsızdır ve bu sebeple insan yaşamı seçmeye zorunludur.

Clemence’in, insanlara karşı takındığı tavır riyakâr bir tavırdır. İnsanın hayatta dostları olması gerektiğini söylerken, sonunda “Dostlarım yoktur benim yalnızca yardakçılarım vardır.” der ve öldükten sonra onu kimin hatırlayacağı konusunda düşünür ve bir süre sonra varoluşunun unutulacak olduğu sonucuna vararak şunu ekler : “Ölülere karşı neden daha dürüst ve cömertizdir? Nedeni basit, çünkü onlara karşı yükümlülüğümüz yoktur.”.

Camus’nün bu eserinde şu yargıya vardığını söylemek gerek: “Ölüm yalnız başına olur. Kölelik ise ortaklaşadır.”. Modern insan ölüme kadar topluma bağlıdır, toplumun değer yargıları karşısında çıplaktır ve köleleştirilmiştir. Kitap yalnızca bir modern insan ve modern hayat eleştirisidir: “Evet, cehennem böyle olmalı: Tabelalı caddeler ve düşüncesini anlatma olanaksızlığı. İnsan kesin olarak sınıflandırılmıştır.”. İnsan, çözülmeyen ve çözülmesi de mümkün görünmeyen bir davanın peşinde Joseph K. gibi koşturup durur. K, gibi Şato’ya ulaşmaya çabalar ve Gregor Samsa gibi her sabah başka bir kimlikle uyanır. İşte Camus ile Kafka arasındaki ortak nokta, modern insanın yaşadığı bu “Korku Çağı”nı tüm gerçekliğiyle insanın yüzüne vurmaları olarak tanımlanabilir. Bu açıdan bakıldığında Camus de Kafka gibi önümüze cevaptan çok soru koymaktadır.

 

TANJU HAN

Lütfen BENİ takip etmeye devam edin…

 

 

Haftanın Kitap Önerisi: “Her Şey Seninle Başlar” Mümin Sekman

Happy World Book Day! (2)

 

Bir insanın bir başarılı olmasını engelleyen başlıca sebepler;

Atalet, eylemsizlik halidir. Fizikten bildiğimiz üzere nesneler sabit duruyorsa hareket etmek istemez, hareket ediyorsa durmak istemez. İnsanlar da harekete geçmek kendilerini motive edemiyorlarsa ve dışarıdan da bir motivasyon edici etken bulunmuyorsa harekete geçmezler. Dış etkenler belki de bizi hiçbir zaman motive etmeyeceği düşünüldüğünde, kendi kendini motive etmenin önemi anlaşılmaktadır.

Cam Tavan Sendromu; bilim adamları bir grup pireyi cam bir fanus içine koyar ve üstünü bir cam kapak ile kapatır. Fanus yüksekliği 30 cm’dir. Zemin yavaş yavaş ısıtılmaya başlanır, ısıdan rahatsız olan pireler zıplayarak kaçmaya çalışır. Fakat anlamadıkları bir şeye (üstteki cam kapağa) çarpıp yere düşerler, tekrar ısı nedeniyle zıplar ve yine çarpıp düşerler. Bir süre sonra kapak kaldırılır, fakat pireler fanustan kurtulamazlar. Çünkü ne olduklarını anlayamadıkları cam kapağa çarpa çarpa 30 cm’den daha az zıplamayı öğrenmişlerdir. Bizler de hayatımız boyunca yaptığımız işlerde benzer şekilde ne olduğunu anlayamadığımız sorunlar yaşayabiliriz, fakat biz de pireler gibi davranıp anlayamadığımız şeyleri öylece kabul edersek olduğumuz yerde sayarız.

Öğrenilmiş Çaresizlik; bir insanın bir konu üzerinde çalışıp, sürekli başarısız olması sonucunda sonucu değiştirebileceğine olan inancını kaybetmesidir. Çaresizliği öğrenmiş kişi içinde bulunduğu durumdan rahatsız olsa dahi, bu durumdan kurtulmak için hiç bir şey yapmaz. Anne, baba, aile akraba gibi kişinin çevresindekilerin kişiyi içinde bulundukları durumun değişmez olduğuna inandırması durumuna ise öğretilmiş çaresizlik denilebilir.

– Hedeflerinizi yüksek tutun.

– Çaresizseniz, çare sizsiniz.

– İç engelleri aşmak dış engelleri aşmaktan daha zordur, çünkü iç engellerimizi göremeyiz.

– Dünya her gün yeniden kurulur, her sabah şartlar yeniden oluşur, her gece kader ihtimalleri yeniden düzenler.

– Başarısızlığı kendimize açıklama biçimimiz başarı limitimizi belirler. Eğer başarısız olmamızı yanlış nedenlere bağladıysak, o nedenler ortadan kalktığında harekete geçip başarılı olamayız.

– Deneyen kaybedebilir ama denemeyen zaten kaybetmiştir.

– Bugün kontrol edemediğimiz şartları belki yarın kontrol edebiliriz.

– Problem, çözümü görememekten doğar.

– Güneşin doğduğu her ufukta, umuda giden bir yol bulunur.

– Yaptıkların ve yapıyor olduğun şeyler hakkında düşün. Yaptıkların sana tecrübe sağlar. Yapıyor olduğun şeylerin farkında olmak ise nereye ulaşacağını gösterir. İstediğin sonuca götürecek şeyler yapmıyorsan, yaptığın şeylerin sonucuna gideceğinden emin olabilirsin.

– Bugün yapmadıklarınızın gelecekteki sonuçlarının neler olacağını düşünün.

– Zirvelerin tanrısı huzur değil hareket, saadet değil görkem, samimiyet değil profesyonellik ister.

– Geçmişten ders al, bugün için çalış, gelecek için hayal kur.

– Şimdi harekete geçin, olduğunuz yerde durmayın.

– Üşenme, erteleme, vazgeçme!

– Disiplinli olun!

– En büyük bilgelik; neyi ihmal etmemek gerektiğini bilmektir.

– Başarmak; amaca uygun sonuç almaktır.

– Amacımız; imkansızı mümkün, mümkünü kolay, kolayı da zarif ve zevkli yapmanın yollarını bulmaktır.

– Engeller, hak edenlerle etmeyenleri, yeterli olanlarla olmayanları ayırmaya yarar.

– Hiç bir şeye sahip olmadığınız halde, her türlü engele rağmen yapmanız gerekenleri yapmalısınız.

– Kendine güvenmenin ötesinde bir şey vardır; kendini bilmek! Kendi bilgi ve yeteneklerinizi doğru olarak biliyorsanız, neleri yapıp neleri yapamayacağınızı da bilirsiniz. Kendinizi olduğunuzdan aşağıda görürseniz, olabileceğinizden daha kötü durumlarda yaşarsınız. Kendinizi abartılı olarak yüksekte görüyorsanız bu seferde başarmanıza imkan olmayan işlere kalkışıp zararlı çıkabilirsiniz.

* * *

Sadece geleceği planlamakla kalmamalı, eyleme de geçmelisiniz. Gereken zamanda ve gereken yerde kararlılık gösterebilmelisiniz. İnsanlar üzerindeki etkinize ve kişisel imaj yönetimine özen göstermelisiniz. Mesleğiniz ne olursa olsun, başarınız büyük oranda insanlar üzerinden yürür.

Bir işi tanıdığınız herkesten iyi yapmayı öğrenmelisiniz. Umutlarınızı yüksek, sabit giderlerinizi düşük tutabilmelisiniz. Büyük başarıları küçük aktivitelere, önemli işleri acil işlere kurban etmemelisiniz. İç disiplinle yaşamayı ve profesyonel iş kültürüne uymayı öğrenmelisiniz.

Olaylar karşısında önce düşünmeli, sonra bir şeyler yapmalısınız. Yaptığınız işi sevmeli ya da sevdiğiniz işi yapmalısınız. Önünüze çıkacak engeller karşısında bazen yılmadan yola devam etmeyi bazen de acele etmeden, sabırla beklemeyi bilmelisiniz.

Başaramadığınız denemelerden ders çıkardığınız gibi başardığınız her işten sonra da “neyi doğru yaptım?” diye düşünmelisiniz.

TANJU HAN

Lütfen BENİ takip etmeye devam edin…

Haftanın Kitap Önerisi: “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” Etienne de La Boétie

Happy World Book Day! (1).png

 

“Nasıl olurda çoğunluk tek bir kişiye boyun eğer, yalnızca boyun eğmekle kalmaz hizmet eder, yalnızca hizmet etmekle kalmaz ona hizmet etmeyi ister?” Etienne de La Boétie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev

Etienne de La Boétie, bu kitabı ile siyasal düşünce tarihine yeni bir bakış açısı getirmiştir. İktidar ve yönetilen ilişkilerine bir siyaset olgusu getiren yazar Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev ile bir hegemonyayı, onu oluşturan dinamikleri, bu hegemonyayı oluşturan kitlenin zaman içerisinde nasıl bir değişime uğradığını anlatır. La Boétie’nin daha 18 yaşındayken yazdığı bu kitapta verilen örneklere günümüzde bile rastlanmaktadır. La Boétie’ye göre iktidar bir heykeldir, halk da bu heykeli taşıyan kaide. Ancak halk bugünün farkında değildir ve sürekli olarak iktidarın altında kalmaktadır. Ünlü Fransız düşünürü Montaigne’e göre La Boétie’ye çağımızın en büyük insanıdır.

 

Semanur ULU*

Siyasal iktidar nasıl olmalıdır ve nedir sorusu arasında tercihini bundan beş yüz yıl önce ikincisinden yana kullanan Machiavelli bu kararı sayesinde modern siyaset biliminin kurucusu unvanının da sahibi olmuştur. Ondan kırk yıl sonra ortaya çıkan bir isim olan Etienne de La Boétie bu tercihinde onu takip etti. Zira onun sağlığında basılmayan Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev adlı eseri olması gereken siyasal iktidarı değil siyasal iktidarın ne olduğunu ve nasıl pratiğe döküldüğünü inceliyor. La Boétie 1530 yılında Fransa’da kostüm soylusu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Daha sonra Orléans Üniversitesinde hukuk öğrenimi görerek 1554’te Bordeaux Parlementosu’nda danışman olarak göreve başlamıştır. Bordeaux La Boétie’nin dönemin ünlü düşünürlerinden Montaigne ile tanıştığı yerdir. La Boétie otuz üç yaşına girmeden 1563 yılında ölmüştür. Montaigne el yazmasına sahip olduğu “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev”i “Denemeler” adlı yapıtında kullanmak istese de kitabı Huguenotların bir şekilde ele geçirip yayımlamasıyla bu isteğinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Kitap monarkomaklardan başlayarak pek çok radikal akım tarafından dönem dönem ortaya çıkarılmış ve militanlara el kitabı olarak okutulmuştur. Bu kitabın adeta özgürlüğün manifestosu gibi algılanarak bu denli rağbet görmesinin pek çok nedeni var. Ancak hem dönemine hem de içinde bulunduğumuz döneme göre oldukça radikal düşünceler dile getirmesi onu cazip kılan başlıca etken olabilir.

Eserin merkezinde siyasal iktidar meselesi konumlanmış durumda. La Boétie siyasal iktidar deyimini hiç kullanmasa da onun güç ve gönüllü kulluk arasında kurduğu bağdan kast ettiği şeyin siyasal iktidar olduğunu anlıyoruz.[1] Hatta biraz daha ileriye gidersek onun siyasal iktidar derken o günlerde Fransa’da belirmeye başlayan modern devlet olgusunu kast ettiğini de söyleyebiliriz. Eserin temelinde her türlü siyasal iktidarın kötü olduğu ve biçimce nasıl olursa olsun özce hepsinin tiranlık olduğu fikri yer alıyor. Siyasal iktidar denilen şey halkı yönetenler ve yönetilenler olarak ikiye ayırdığı gibi onu bir hükmetme-boyun eğme ilişkisi içine sokuyor. Ancak hükmetme ve boyun eğme ilişkisi siyasal iktidarın kurulması için elzem olmakla beraber onu devam ettirebilecek niteliği haiz değildir. Siyasal iktidar devam edebilmesini ikinci aşama olan buyurma-onama ilişkisine borçludur. Yani yönetilenler yönetenlerce yapılan eylemleri ve alınan kararları onadıkça siyasal iktidar devam edecektir. Oysa La Boétie’ye göre insanın doğası özgürlüktür. Özgür olarak doğan insan bu özgürlüğünü korumak ister. Ama insanlar kendilerine öyle yabancılaşmıştır ki artık özgürlüğü hatırlamaz bile. Peki ona göre bu kötülüğün yani siyasal iktidarın kökeninde ne vardır? Ne olmuştur da insanlar doğalarını terk ederek siyasal iktidarı tercih yahut icat etmişlerdir. Buna net bir cevap vermez La Boétie bunun bir kaza olduğunu söyleyerek iddiasının bu bölümünü karanlık bırakır. Ancak bildiği bir şey vardır o da siyasal iktidarı onun deyişiyle gönüllü kulluğu var eden neden insanın çeşitli şekillerde ikinci bir doğa kazanmasıdır. İnsan birinci doğasını koruyamamıştır. Onun koruyamadığı doğasının yerine ise alışkanlık ve eğitim yoluyla ikinci bir doğa konulmuştur. Bu ikinci doğa köleliktir. İkinci doğayı insanlara kazandıran güç/iktidar bu kadarla kalmaz. Halka doğasını sevdirmek için onu hegemonize eder. Böylece gönüllü kulluk eden insanlar adeta özgürlüğü için savaşırmış gibi siyasal iktidar için canını seve seve feda eder. Ancak siyasal iktidarın sürmesi için bu gönüllüğü kulluğun sürekli yeniden üretilmesi gerekir. Bu yüzden de tiranlar insanlara gönüllü kulluğu sevdirecek bazı yöntemler izlerler. Mehmet Ali Ağaoğulları eserde bahsedilen üç yöntem olduğunu belirtir ve bunları şöyle sıralar:

  • Halkın zevk ve eğlenceye düşürülmesi. Boş şeylerle uğraşmasının sağlanması: bu şekilde yaşamaya alışan insanlar siyasal iktidar nasıl olmasını istiyorsa öyle olurlar. Onlar bu şekilde meşgul edildikçe edilgen ve efemine bir hal alırlar. La Boetie buna örnek olarak Lidya’nın başkenti Sardes’i ele geçiren Kyros’u gösterir. O kendisine karşı ayaklanan halkı öldürmek ve şehri yakıp yıkmak yerine şehirde genelevler, tavernalar ve eğlence mekânları kurulması ve kent sakinlerinin bunları kullanması doğrultusunda emir verir. Böylece Sardes garnizonu rahata erişir.[2] Daha yakın dönemden buna örnek olarak Portekizli diktatör Salazar’ın halkı oyalamak için başvurduğu “3F” yani “Fado, Futbol, Fiesta” politikası gösterilebilir.
  • İktidarın paternalist-popülist politikalar izlemesi ve halka belli maddi çıkarlar sağlaması: Romalı tiranların “her şeyden çok midesinin zevkine önem verip kendini koyuveren bu ayak takımını aldatmak için sık sık” askeri birliklere ziyafet çektiğini söyleyen La Boétie bunlardan en zekisinin bile özgürlük için bir tas çorbayı terk etmediğini de ekler.[3] Oysa yazara göre bu bir lütuf değildir. La Boétie’nin görüşü meşhur bir Türk deyimini anımsatacak niteliktedir. Ona göre tiran hakkı olmadan kepçeyle aldığını kaşıkla geri vermektedir. Günümüzde de paternalist-popülist politikaların pabucu dama atılmış değildir. Latin Amerika’dan Afrika’ya, Asya’dan Avrupa’ya dünyanın pek çok yerinde hala siyasal partileri iktidara taşıyan söylemler paternalist ve popülist söylemlerdir. Üstelik La Boétie döneminde de muhtemelen var olan ama adı henüz konmamış “clientalism” belası da bu başlık altında ele alınabilir. Nihayetinde halkın kısa vadedeki çıkarları uğruna özgürlüklerinden vazgeçtiklerini iddia eder La Boétie. La Boétie’nin gönüllü kulluk dediği ve I. Kant’ın ergin olmayış hali diye nitelendirdiği bu durumu İskender Öksüz de zekâ seviyesinin düşüklüğü ile açıklamaktadır.[4]Nitekim kısa vadeli çıkarlar somut oysa uzun vadeli çıkarlar soyuttur. Bugün için makarna ile karnının doyması, ısınmak somut, bundan birkaç kuşak sonraki nesillere özgürce yaşayabilecekleri, ihtiyaçlarını karşılama sıkıntısı çekmeyecekleri bir ülke bırakma amacı soyuttur. Soyutların kavranabilmesi için belirli bir zekâ seviyesi şarttır.
  • Halk kültürünün cehaleti yaygınlaştırıcı bir nitelik taşıması: Tiranlar karşılarındaki en büyük tehdidin bilgelik olduğunu bilirler ve bu yüzden cehaleti bilgeliğe yeğlerler. Bilgiyi de kendi amaçlarına hizmet edebilir hüviyette tutabilmek için kendi yandaşı olan aydınlardan yararlanırlar. Burada La Boétie döneminin en güçlü devletlerinden biri olan Osmanlı’ya değinerek şöyle der: “Büyük Türk**, her şeyden çok kitap ve doktrinlerin, insanların kendilerini tanımalarına ve tiranlıktan nefret etmelerine yardımcı olduğunu çok iyi anlamıştır. Topraklarında, onun istemediğinden fazla bilge kişinin bulunmadığını duydum.”[5] Halkı cehalete itekleyen en önemli etmen olarak -hiçbir zaman “kilise” kelimesini kullanmasa da- hurafeleri yayan din adamlarını sayar ve bunları iktidarla beraber iş tutmakla suçlar. [6]

La Boétie herkesten farksız iki gözü, iki eli, iki kulağı olduğunu söylediği tirana insanların kendilerini ezmesi için sağladığı üstünlükten bahseder ve bu iddiasını şöyle açıklar:

“Eğer siz vermediyseniz sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa üzerinizde nasıl iktidarı olabilir? Sizinle anlaşmadıysa sizin üstünüze gitmeye nasıl cesaret edebilir? Kendinize ihanet etmeseniz, sizi öldüren bu katilin yardakçısı olmasanız ve sizi yağmalayan bu hırsıza yataklık etmeseniz o ne yapabilir?”[7]

La Boétie’nin dile getirdiği soru bir bakıma da tiranın tek başına bu kadar kişiyi nasıl yönettiğidir. Burada devreye devlet aygıtı girer. Machiavelli’den tamamen farklı bir fikir öne sürerek tiranın hükmetme gücünün onun kişisel yeteneğinden değil arkasındaki devlet aygıtından kaynaklandığını söyler.[8] Tiran heykelse devlet aygıtı onun mermer kaidesidir. Bu kaide de ona itaat edenlerce ayakta tutulur. Devlet erki itaat ilişkilerini piramit şeklinde örerek tüm topluma yayar.[9] Bu piramidin tepesinde tiran bulunur. Onun altında sırasıyla tiranın yardakçıları ve halk yer alır.

Herkes kendini tiranla özdeşleştirir ve bir başkası üzerinde iktidar kurabilmek için üzerinde iktidar kurulmasına razı olur. Böylece pek çok küçük tiran çıkar ortaya.

Günümüzde de La Boétie’nin bahsettiği siyasal iktidarın ve itaat ilişkilerinin modern biçimiyle karşı karşıyayız. Tıpkı onun söylediği gibi “birlik” masalıyla “bir”liğimizi kaybediyoruz. Ne kadar allanıp pullansa da, makyaj yapılsa da siyasal iktidar özce aynıdır. Üstelik La Boétie karamsar bir düşünürdür. Bu bataklıktan kurtuluşun mümkün olmadığını, devlet bir kez kuruldu mu artık devletsiz olunamayacağını söyler. Özgürlükten elden bir kez kaçtı mı bir daha dönmeyecek bir kuş gibi bahseder. Burada akla bazı sorular düşer, düşmelidir de. Çünkü insanı yaşatan umuttur. Hala yaşıyorsak ve yaşamak azmindeysek sorulması gereken sorular var. Bu kadar karamsar olunmalı mıdır? Devletin varlığı ikinci bir doğayla açıklanmak zorunda mıdır ve bu aygıta tapınma derecesinde bağlılıktan kurtulmak gerçekten de imkansız mıdır? Tanrı’nın sözünün ve Türk’ün töresinin tüm bağlılıkların önünde olması ve gerçek özgürlüğe yalnızca Tanrı’ya imanla ulaşılması bir hayalden mi ibarettir?

Dipnotlar

* Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Lisans Öğrencisi, ulusemanur@gmail.com

[1] Etienne de La Boétie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, Çev. Ve Yorum: Mehmet Ali Ağaoğulları, İmge Kitabevi, 4. Baskı, Ankara, 2014, s. 69

[2] A.g.e , s.43-44

[3] A.g.e. , s.45

[4] İskender Öksüz, Alt Akıl: Aptallar ve Diktatörler, Panama Yayınları, 2017

** Osmanlı padişahı

[5] La Boétie, A.g.e. s. 39

[6] A.g.e. , s. 101-104

[7] A.g.e. , s. 25

[8] A.g.e. , s. 111

[9] A.g.e.

 

TANJU HAN

Lütfen BENİ takip etmeye devam edin…